Modern dünya, insanı tüketmeye devam ediyor. Hiç kuşkusuz, Modernizme iman edenin ne yaptığı yazımızın konusu değildir. Asıl konumuz; Müslümanlığını iddia edenlerin Moderniteye gönüllü elçilik yapmalarıdır. Asıl sorun, inananlar olarak bizlerin modern dünyaya direnişimizin zayıf olmasıdır. İslam ile modernite sentezlenerek oluşturulan bu hayat tarzı, örnekliğini sahabede gördüğümüz İslam'ın istediği yaşam tarzı değildir. Onlar tefrika içindeydiler; İslam bileştirdi.Onlar düşman gibiydiler; İslam onları kardeş kıldı. Onların zalimleri vardı; İslam onları adil kıldı. Onların eşkıya olanları vardı; İslam onları evliya kıldı. Sonra onlar gidince bu dünyadan tespihin imamesi koptu. Savruldu ümmet… Yaşadığımız coğrafya da bu savrulmada batılılaşma rüzgarına kapıldı.
Tanzimat ile başlayan batılılaşma serüveninde, dini tamamen terk etmek göze alınamadı belki ama hayata dair kimi hükümler Kur'an'dan alınsa da o hükmün hayata taşıma tarzı, pratiği, yöntemi batıdan alındı. Ne tam batılı olunabildi ne de İslam Allah'ın (cc) istediği gibi yaşanabildi. Hani ne demişti Necip Fazıl" Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden Din de gitti dünya da gitti elimizden." Tavizler çağdaş (Ne demekse? Aynı çağda yaşayanların hepsi çağdaştı oysa) olma uğruna verildi. Sosyal psikolojiye yerleştirilen ilerici olma, modern olma algısı ancak batı dünyasına benzeşirse mümkün olduğuydu. Yoksa gerici sayılınırdı. Bu anlayış Mekke'nin müşriklerinin düşüncesiyle aynıydı. Onlar da İslam'a eskilerin masalları diyordu. Ona (haddini aşana ve her günaha bulaşana) ayetlerimiz okunduğu zaman demişti ki: (Bunlar)
"Geçmişlerin masallarıdır." (Mutaffifin 13. Ayet)
Batı dünyasının dışlamaması uğruna elden gelen arkalara konmadı heyhat batı asla adı Müslüman olanı kendinden saymadı - ki doğru olan da budur zaten- çünkü batının, sadece adı "Müslüman" olana bile tahammülü yoktur. Gelinen noktada hak ve batıl karıştı ve bunun sonucu olarak ne ölçü kaldı ne kültür ve ne de değerlerimiz. Müslümanlar değiştikçe dahasını istediler. 25 Ekim 2007 yılında İspanya’nın Lanzarote adasında imzalanan ve Bakanlar Kurulu’nun kabul etmesiyle birlikte 10 Eylül 2011 tarihinde yürürlüğe giren sözleşme çocuk istismarının ve çocuk pornografisinin adeta önünü açan anlaşma hızlarını kesmedi ki bu defa İstanbul sözleşmesini dayattılar. İslami aile yapısıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan, kadına şiddeti önleme kılıfıyla kadını adeta ilahlaştıran, erkeğin hak ve görevlerini elinden alan maddelerle son kalemiz aileyi tarumar eden anlaşma imzalandı da razı oldular mı?!. Rabbimiz zina haramdır dedi; zina suç olmaktan çıkarıldı!. Rabbimiz kadının şahitliğinde iki kadını şart koştu, kadının tek başına beyanı esas alındı razı oldular mı?. Hakim modern kültürün etkisinden aile hayatına,bireysel hayata ve hatta farz olan tesettür emrine dahi payına düşen aldırıldı.Tüketim çılgınlığında tükettikçe tükenen zamanlarımız için "Asra and olsun ki" kendisine verilen zamanı boşuna tüketen "Hüsran" olacak diye uyarmıştı ilahi ferman...Oysa ki "LA" yani hayır diyerek başlamıştı isyanımız. Kendisine sunulan krallık, kadın, makam, servet karşısında kıyamı, dik duruşu öğretmişti baş öğretmenimiz "Bir elime güneş,bir elime ay'ı verseniz bile vazgeçmem." diyerek… İslam dinini kabul edenlerin, cahiliyeye ait (sözüm ona) değerleri terk edip top yekün yeniden, yeni baştan nasıl inşa olunması gerektiği hiç kuşkusuz ve tartışmasız Peygamberimiz(sav) ve ashabında net bir şekilde ş ortaya konmuş ve örnek olarak gösterilmiştir.Hz.Muhammed (sav) son peygamber ve Kur'an İslam'ın son kitabıdır. O halde bu demektir ki modern çağın insanı içinde, uyulması gereken yegane yol nebevi yöntemdir! Yaşadığımız İslam ile sahabenin yaşadığı İslam arasında "İslam" kadar fark var olmaması gerekirdi. Zira aynı davanın müntesibi aynı hakikatlerin muhatabıyız. Kim bilir belki de aradaki fark sahabenin şu sözünde saklı;
Abdullah İbn-i Ömer (radıyallâhu anh) de şöyle der:
“Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur’ân’dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor.
"O Allah ki, sizi inkâr ve cehâlet karanlıklarından kurtarıp, iman ve ilim aydınlığına çıkarmak için kuluna bu apaçık ayetleri göndermiştir. Çünkü Allah, size karşı gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hadid 9.Ayet)
Onlar iman ederken, hayata dair ne varsa Allah'ın kanunları ve Peygamberimizin (sav) metoduyla düzenlemeleri gerektiğini biliyor fakat nasıllığını bilmiyorlardı. Örneğin iman ettiklerinde içkinin, zinanın, kumarın yasaklanacağından haberleri yoktu. İman ettikleri için ayetler geldikçe hemen derhal hayata geçiriyorlardı. Diğer bir deyimle onlara Kur'an'dan önce iman verilmişti.Kur'an'ın ayetleri geldikçe teslim oluyor kendilerini istek doğrultusunda değiştiriyor, eskiyi yani cahiliyeye ait olanı hemen terk ediyorlardı çünkü bir şey ya İslam'dı ya cahiliye!
Kitap ya da Peygamber göndermediği bir topluluğa azap etmeyeceğini bildirdiği gibi ;
"Kim (hidayete uyar) doğru yolu bulursa, kendisi için bulmuş olacaktır. Kim de sapıtırsa kendi zararına sapıtmış olacaktır. Günah yükü taşıyan hiç kimse bir başkasının günah yükünü taşımayacaktır. (Ve zaten) Biz, (aydınlatıcı ve uyarıcı) bir Resul göndermedikçe (hiçbir kavme ve kişiye asla) azap yapmayız. (İsra 15. Ayet)
Kitap, ilim, Peygamber gönderilenler ise şöyle şu ikazın muhatabıdırlar;
İşte böylece Biz Onu (Kur'an'ı) Arapça bir hüküm (ve hikmet Kitabı) olarak indirdik. Andolsun, Sana gelen bu ilimden sonra, onların (müşriklerin ve münafıkların) hevâ (istek ve tutku) larına uyacak (ve Kur'ani hükümlerin bir kısmını bırakacak) olursan, (artık) Senin için Allah'tan; ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu bulunacaktır." (Rad 37. Ayet)
Peygamberimizin tarif ettiği zamanı aynel yakin görmek, geldiğimizi noktanın hem sebebini ve hem de çaresini içinde barındıran hadisi şerifi hatırlamanın tam zamanıdır:
Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
“Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.” Bunun üzerine sahabiler şaşkınlıkla sorarlar:
“Ya Rasûlullah, o gün sayımız çok mu az olacak?” Efendimiz (s.a.v): “Hayır” der. “Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıya taşınan çer-çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.”
Bunun üzerine sahabelerden biri sorar: “Vehn nedir ya Rasûlullah?..”
O da buyurdu ki: “Dünya sevgisi ve ölümü sevmemek, ondan nefret etmek.” (Süneni Ebû Davut,Müsnedi Ahmed). Derdimiz dünya olunca, dünya kadar derdimiz oldu. İki dünyaya inanıp tek dünyalı gibi yaşamak, ne burayı ne orayı imara yetmeyecek. Allah (cc) Kur'an'da sesleniyor:
"Öyleyse, hakîkat tüm berraklığıyla önünüzde dururken, Son Saat da an be an yaklaşırken,vahyin aydınlık yolunu terk edip de hangi görüş ve düşüncelere kapılıyor, nereye gidiyorsunuz?" (Tekvir 26. Ayet)
Yeryüzündeki görevimiz cahiliye ile mücadele idi, cahiliyetin adımlarını takip etmek değildi. Yaptıklarımızın, tercihlerimizin, gidişatlarımızın, yöntemlerimizin Kur'an'dan ve sünnetten bir dayanağı yoksa Allah'ın rızasına nasıl ulaşılacak?
Ahlakımız, amelimiz, eylemlerimiz, düğünlerimiz, törenlerimiz İslam'a şahitlik etmiyorsa! Ticarete faiz, siyasete demokrasi, kültüre batı anlayışı, eğitime cahiliye bulaşmışsa, bize hemen ivedi tevbe etmekten başka yol yoktur. Yönümüzü hemen şimdi değiştirip “Öyleyse, (her türlü şirkten, şekavetten ve şeytaniyetten uzaklaşıp) Allah’a doğru kaçın!.. Gerçekten Ben sizi, O’ndan yana (Allah adına) açıkça ikaz ve inzar ediyorum.” (Zariyat 50. Ayet)