Ahmed Kalkan: Mevcut yasalar açısından problemler sürpriz sayılmamalı ve fazla şikâyet edilmemeli. Allah´ın indirdiğiyle hükmedilmeyen, Kur´an´ın hiçbir emri önemsenmeyen ve tâğûtî kanunlarla yönetilen bir düzende elbette müslümanca yaşayışın önünde nice yasaklar olacaktır. Ama unutmayalım, Kur´an, peygamber kıssaları ve son peygamber tek önderimiz ve onun ashâbını, bu örnek şahsiyetlerin verdikleri mücâdeleleri anlatımıyla bizi çok daha büyük zorluklara hazırlamaktadır. "(Ey mü´minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"  diye Cennetin bedelinin bu zorluklara katlanmak olduğu vurgulanmaktadır. İbrâhim (a.s.) Nemrut´la, Mûsâ (a.s.) Firavunla, Muhammed (a.s.) Ebû Cehillerle nasıl mücâdele etmek zorunda kaldıysa, daha doğrusu o zâlimler peygamberlere nasıl zulmetmek istedilerse benzer bir durum, her dönemde ve her coğrafyadaki her Müslüman için söz konusudur. O yüzden bu problem, sünnetullahtır; hak din ile tâğutların dini arasındaki mücâdele. Bu mücâdelede tâviz vermemek, Rabbânî metodla yılmadan, korkmadan uzlaşmacı çizginin karşısında dimdik durmak gerekmektedir. 

Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları;  mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü'minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır. 

Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır. 

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk'ın istediği şeyler:  Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir. 

Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm'ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur'an'dan destek ve cevaz bulsun!
  
Diğer problem olarak da sosyal yaraların sarılması noktasında yapılabilecek işlerden el çektirilen bir anlayış konusunda düşüncelerimi soruyorsunuz. Bu konuda yukarıda yaptığım açıklamalarda görüşlerimi sunduğumu sanıyorum. Yine ilâve etmek gerekirse şunları söyleyebilirim: Bu, sadece Müslüman hanımların değil; aynı zamanda erkeklerin de problemidir. Kur´an ve Sünnet çizgisinden sapmaların din haline getirildiği, atalar yolun da diyebileceğimiz ve âdetlerin ibâdetleştiği konu.

Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Allah´ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah´ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah´a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir, taassup yani bağnazlık denir. 

"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler..."  Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah´a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. "... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"  Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. 

Kur'ân-ı Kerim "atalar dini"ni mâzeret gösterenlere karşı: "... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da mı?!"  şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.  Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah'a karşı iftiraya  ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür.  İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınlarını, babalarını ve kardeşlerini dahi velî/dost edinmemelerini istemiştir.  

Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur'ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eksiltme, artırma, bid'at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından saymış ve tarihin (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur'ân-ı Kerim'den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini "asıl din" ya da "dinin aslı" konumuna getirmişlerdir. 

Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla "doğru kabul edilen" şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde "gerçekten doğru"  olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur'an'dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur'an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. "Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç."       
       
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur´an ve Sünnet´e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah´a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; "ele güne karşı", "başkaları ne der?", "ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır", "senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?", "biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur" gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm´ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu "atalar yolu" anlayışıdır.       

Nice konularda olduğu gibi, kadın konusunda da Kur´an´la uyuşmayan birçok hadis uydurulmuş, Kur´an´a ters görüşler din adına ortaya atılmış ve kadını aşağılayıcı uygulamalar din adına ortaya konulmuştur. Kur´an´ın büyük bir devrimle kadın haklarını yerleştirmesi ve asr-ı saâdetteki kadınların hemen her konuda erkeklerle aynı haklara sahip olması gibi prensipler zamanla yozlaştırıldığı ve aslî çizgisinden saptırıldığı halde, evet bütün bunlarla birlikte, Ortaçağdaki Batıda ve tüm dünya ülkelerindeki uygulamalarla karşılaştırıldığında kadınlara en az haksızlık müslüman toplumlarda ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, kadını aşağılayıcı mâhiyette olan sözleri, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve kadın haklarını topluma yerleştirmede büyük gayretler sarfetmiş Hz. Peygamber´in söylemiş olması asla mümkün değildir.      

Kadını ikinci sınıf varlık gören, erkeği dünyada ve âhirette üstün sayan, bunun sebebini de savaş gücünün olmasında, Cuma namazına iştirâk edebilmesinde, sakallı ve sarıklı olmasında bulan bir düşünce ile; üstünlüğü takvâda gören Kur´anî anlayış elbette bağdaşamaz. Geleneksel değerlendirmeler, maalesef bize, üstünlüğün takvâda olduğunu vurgulayan İslâm değerler yerine; kadını hor gören, ikinci sınıf varlık sayan câhiliyye düşüncelerini hatırlatmaktadır. 

Kadın, fitne unsuru sayılmış, toplumsal hayata, hatta mescide ve din öğretimi için bile gitmesine izin verilmemiştir. Aslında tesettür, takvâ giysisi, yani hicab, hayâ, edeb zâten kadının fitneye yol açmadan topluma katılmasını sağlayan bir yol, bir üslûp olarak Şâri´ tarafından emredilmiştir. Ve tesettür, gözleri sakınma yükümlülüğü, sadece kadınlar için değil; erkekler için de vardır. Hatta bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki, nasıl erkekler için kadınlar bir fitne ise, kadınlar için de erkekler bir fitnedir. Fitne de Kur´an´da daha çok imtihan anlamında kullanılmaktadır. İmtihan olduğumuz nesneyi ortadan kaldırarak imtihanı kazanma açıkgözlülüğü imtihandan kaçma anlamına gelmektedir. Fitne ihtimaline karşı yaptırımlar, bir insan cinsinin insanlık durumunu ezip geçecek boyutlara uzatılmamalıdır. Zaten Kur´an, insanların nefislerini düzelterek fitneden kaçınmaları için ölçüleri ve yaptırımları belirlemiştir. Kadında İslâmî örtü, cinsel özelliğine bağlı olarak toplum içine gereğince çıkabilişinin ölçüsü olmuştur. Ve zaten örtünün varlığı, kadının toplum içindeki varlığıyla tanımını bulmaktadır. Bir başka ifâdeyle, örtü olgusu zaten özünde toplumsal olanla ilgilidir. 

Gerçi İsrâiliyat kökenli olduğundan kuşku duyulamayacak kimi menkıbelerde ne kadar örtülü olursa olsun, "toplumun selâmeti ve kendisinin de hayrına olacağı üzere" kadının sokağa çıkmaktan kaçındırılması; mümkün olduğunca da en iç odalara kapatılması öğütlenir. Hicap ve iffet gibi erdemler kadın için, varlığını mümkün olduğunca kamufle edişle, unutturuşla eş anlamlı tutulur. Ve öyle olur ki, olağan ifâdeli sesiyle yabancı bir erkeğin duyabileceği ortamda meramını anlatışı bile, fitneye yol açacağı endişesiyle haramdan sayılır. Bu konuda ilginç bir örnek, benzeri bir yaklaşımla, başkalarının yanında erkeğin hanımına adıyla hitap etmesinin günah sayılması, bazı düğün dâvetiyelerine fitneye sebep olmasın diye evlenecek kızın adının yazılmayışıdır. 

Bununla birlikte, çeyrek tesettürlü diye adlandırılan, üstü Mekke altı Paris diye karikatürleştirilen başörtülü çıplakların, politikacı eşleri olan ablalarının açtığı çığırdan ve beyaz masadaki, kasa başındaki, mağazadaki tezgâhtar kızların mankenlere özenen kıyafeti, makyajı ve serbestisi içindeki tavırlarını örnek alan ve Hadiceleri, Âişeleri, Fâtımaları sadece nutuk atarken dillerine dolayıp onlara benzemeye hiç niyeti olmayan kızlarımızın fitne olmadıklarını söylemek elbette mümkün değil... İşi gücü çarşıda gezmek olan, giysileri ve tavırlarıyla "bak bana!" diye erkeklerin gözlerine dâvetiye gönderen bazı başörtülü bayanların fitne unsuru olmadıklarını iddia etmek de mümkün değildir. Ama, bu çirkinlikleri İslâmî çalışma yapan muttakî hanımlara da şâmil kılmak ve böyle davrananlar yüzünden samimi Müslümanları da toplumsal İslâmî çalışmalardan uzaklaştırmanın kendisi ayrı bir fitnedir diye düşünüyorum. 

İslâm´a yapılan saldırılarda, bu dinin kadınların okumasını uygun bulmadığı iddiâsı sıklıkla kullanılır. Bunun için de Hz. Âişe´ye atfedilen şu hadis rivâyetine sıklıkla başvurulur: "Kadınları göze çarpan mevkîlere oturtmayın, yazıyı da öğretmeyin. Dikiş öğretin ve Sûre-i Nûr´u da iyi öğretin."  Kadınlara okuma yazma öğretilmemesi, onların yanlış şeyler okuyup yazabileceği, yazı vâsıtasıyla yabancılarla temas kurabileceği, mektuplaşabileceği gibi gerekçelere dayandırılmıştır. Oysa, ilim öğrenmenin hem erkeğe hem kadına farz olduğu bilinir/bilinmelidir. Kur´ân-ı Kerim´e göre, bilenlerle bilmeyenler hiçbir zaman bir tutulmazlar.  Ve Rasûl-i Ekrem, ilim için bir yola giren kimseye Allah´ın cennet yolunu kolaylaştıracağını  belirtmiştir. 

Dindarlık adına veya dindarlığı öne sürerek kadınlara ilim yolunu kapatmak isteyenler ise, İslâm´a saldıran yarı aydınlara ve müsteşriklere hizmet etme yolundan, dine iftira atmak ve kadınların cehâletinin vebaline ortak olmaktan öte gidememişlerdir. 
    
Yüce Allah, ilk emrini "Oku!" olarak indirirken, kadın-erkek ayrımı yapmamıştır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"  derken de cinsiyet ayrımı yok. "Allah'tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar."  âyetinde Allah "kulları" kelimesini kullanıyor; bu kelime de kadın ve erkeği içine alıyor. Kur'an âyetlerini tefsir eden, hadis rivâyet eden, hukukî konularda görüşüne mürâcaat edilen kadınlarımızın sayısı az değildir. Halife Hz. Ömer'in halka konuşurken yaptığı hukukî bir hatayı düzelten kadın sahâbeyi hemen hepimiz biliriz. "İlim, her müslüman erkek ve kadına farzdır." hükmüne dayanarak İslâmî bir devlette zarûrât-ı dîniyye dediğimiz ilimlerin beşikten mezara kadar her ferde öğretilmesi zorunlu kılınmıştır. Günümüzde hiçbir devlet on sekiz yaşına kadar öğretimden kaçmayı başarmış birine bu yaştan sonra okumayı ve eğitimi zorlayamaz. Ama İslâm devleti, her imkânını kullanarak ölüm ânına kadar dinin gerekli bilgilerini insana ulaştırmak mecbûriyetindedir.  

Tabii, kadının ve genç kızın okuma ve tahsil hakkını savunurken, bugünkü İslâm dışı zulüm düzeni içinde tesettürüne bile müsaade edilmeden ve daha önemlisi vahyi reddeden bir eğitim sisteminde câhilî eğitim almasından bahsetmiyoruz. Biz, Müslüman bir bayanın müslümanca eğitim hakkında bahsediyoruz.

Toplumsal hayata gerektiğinde ve gerektiği kadar müslümanca giren hanımları kınamaya kimsenin hakkı yoktur. Buhârî ve Müslim´in Sahih´lerinde erkeğin bulunduğu ortamlarda kadının sosyal hayata katılımını onaylayan üç yüzden fazla hadis vardır. Bu sahih hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimizin devrinde;

Müslüman kadın, Rasûlullah´ın mescidinde cemaate katılır, yatsı ve sabah namazı kılardı. Cuma namazına giderdi. Küsuf namazına katılır, uzun süre Rasûlullah ile beraber olurdu. Rasûlullah´ın müezzini tarafından duyurulan çağrıya icâbet edip mescidde yapılan genel toplantıya katılırdı. Müslüman kadınlar, erkekler mescidde kadınlardan daha fazla olduğundan, kadınlar için özel eğitim yapılmasını istemişler ve bu istekleri kabul görmüştür. Müslüman kadın, bizzat Rasûlullah´a giderek özel ve genel konularda O´na soru sorardı. Müslüman hanım, erkeklere iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakındırırdı.

Müslüman bayanlar, Rasûlullah´la beraber ziyâfetlere katılır ve onlara da yemek ikram edilirdi. Kocasıyla beraber, gelen misâfirin sofrasına oturup akşam yemeği yerdi. Hatta düğün yemeğinde erkek misâfirlere hizmet eder ve Rasûlullah´a güzel içecekler ikram ederdi. Müslüman kadın, Rasûlullah´la beraber savaşlara katılır, su dağıtır, yaralıları tedâvi eder, ölü ve yaralıları Medine´ye taşırdı.

Müslüman kadın, meselâ Ümmü Haram, ilk deniz savaşında şehid olması için Rasûlullah´ın duâ etmesini ister, Rasûlullah da onun için duâ eder ve o da o cihada katılıp şehid olurdu. Müslüman kadın, Rasûlullah´la beraber bayram namazını kılar, Rasûlullah bayram hutbesinden sonra özellikle kadınlara öğüt verirdi. Rasûlullah, müslüman kadına, -genç olsun, küçük olsun, örtülü olduktan sonra farketmez- bayram namazına gelmelerini emreder; iyiliğe, müslümanlara duâ etmeye çağırırdı. Rasûlullah, müslüman kadına, -isterse hayızlı olsun- bayram günü namazgâha gelmelerini, cemaatle beraber duâ etmelerini emretmiştir.

Evde, perde arkasında durmak, yalnızca Rasûlullah´ın hanımlarına mahsustu. "...Peygamber´in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin..."   Diğer ashâbın hanımları bu konuda mü´minlerin annelerine uyma gereği duymamışlardır.  Asr-ı saâdetteki kadınlar, sosyal hayata iştirak eder, özel ve genel birçok konularda erkeklerle karşılıklı münâsebetler kurarlardı. Amaç, aktif yeni hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek ve kadın-erkek müslümanların işlerini kolaylaştırmaktır. İslâm, kadına bu katılımı sağlarken, yüce ahlâk kurallarından başka bir şeyle sınırlandırmamıştır. Zaten bu kurallar da her durumda korunmuş ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan kurallardır.

Risâlet çağında müslüman kadın, ihtiyaca ve hayat şartlarına göre toplumsal faâliyetlere, siyaset ve meslekî çalışmalara katılmıştır. Toplumsal faâliyet alanında; müslüman kadın pek çok hizmet vermiştir; kültür ve eğitim, birr/iyilik ve toplumsal hizmet vb. konularında kadın erkekten geri kalmamıştır. Ayrıca müslüman kadın, bazı siyâsî istişârelere katılabiliyor, kimi zaman da siyâsî muhâlefete iştirak edebiliyordu. Meslekî alanda ise; hemşirelik, temizlik ve ev işleri gibi sahalarda çalışıyordu. Müslüman kadın, siyasî işleyişe, statükonun ve toplumun bâtıl inancına karşı çıkabiliyordu. Bu uğurda zorluklarla ve işkenceyle karşılaşınca inancı uğruna hicret edebiliyordu. İlk şehidin de bir Müslüman kadın olduğunu unutmayalım. Selâm olsun Sümeyye´ye ve zamanın Sümeyyelerine. 

Haremlik-selâmlık meselesine gelince: Kadının sosyal hayatta yer almasına İslâm izin verir, hatta sadece izin vermekle kalmaz, kadın-erkek müslümanların görevi kabul ederken haremlik-selâmlığın dinde yeri olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haremlik-selâmlık uygulaması, Emevîlerle birlikte İslâmî hilâfetten uzaklaşılıp krallık ve saray hayatına geçişle birlikte birçok konuda olduğu gibi, komşu ülke Bizans'tan adapte edilerek alınmış bir uygulamadır. Kral saraylarının haremlerine doldurulan çok sayıda güzel bayanın saraydaki erkeklerden korunması amaçlıdır. Sonra sarayları örnek alan vezirler, paşalar ve zenginler de modaya uyarak onlarca câriye ve nikâhlı eşlerine haremi, haremlik hayatını uygun görmüşlerdir. Asr-ı Saâdette kesinlikle böyle bir uygulama yoktur. Hiçbir âyet ve hadis-i şerifle de kadının sosyal hayattan kopması demek olan haremlik-selâmlık emir veya tavsiye edilmemiştir. Tam tersine; kadının sosyal hayatta erkeklerle beraber yer aldığı hususlarla ilgili yüzlerce hadis Buhârî ve Müslim'de yer almaktadır.

Haremlik-selâmlık konusunun İslâm'a nasıl mal edildiğini anlamak için, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.s.)´in hanımlarıyla ilgili olan Hicab âyeti üzerinde kısaca durmak gerekir. Zira, bu âyete dayanılarak haremlik-selâmlık müessesesi oluşturulmuş ve bu kurum tüm ümmete şâmil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur´an´ın ortaya koyduğu bir kurum değildir. Zira Yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden ayrılmalarını değil; aksine âdâb-ı muâşeret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla, sürekli dayanışma içinde bulunmalarını istemektedir. Zira unutulmamalıdır ki, "mü´min erkeklerle mü´min kadınlar birbirlerinin velîleridir/dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar."  "Velîler/dostlar" demek, birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kur´ân-ı Kerim, bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir zihniyetin, Kur´ân-ı Kerim´in hedeflerini kavraması beklenemez. İşte fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği sözkonusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak câhil kalması sonucunu da doğurmuştur. Câhil kalan bir annenin çocuğunun da yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır. 

Haremlik ve selâmlığa delil olarak getirilen âyetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)´in hanımlarıyla ilgili olduğu açıktır. "Peygamber´in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman, hicâb/perde arkasından isteyin. Böyle davranmak, gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temiz bir yoldur."  Böyle bir yola başvurulup onlar hakkında bazı farklı uygulama öngörülmesinin sebebi, davranışlarının toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir "ifk" hâdisesinin yol açtığı fitne, Medine´de büyük çalkantılara yol açmış ve hatta bu yüzden bir iç savaş tehlikesi bile yaşanmıştır. 

Diğer taraftan bazı kimselerin, Hz. Peygamber´in vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifâde ettikleri, bazılarının, bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri bilinmektedir. İşte Yüce Allah, ümmet içinde fitneye yol açacak bu gibi sözlere ve düşüncelere son vermek amacıyla Hz. Peygamber´in vefatından sonra hanımlarıyla evlenilmesinin yasak olduğunu açıkça ifade etmiş;  O´nun hanımlarının mü´minlerin anneleri olduğunu belirtmiştir.  Şu halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen, mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmamaları, evlerinde vakarla oturup vakitlerini ibâdetle geçirmeleridir. 

Ancak, doğrudan Hz. Peygamber´in (s.a.s.) hanımlarıyla ilgili bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır. Zira, Kur´an bu iki cinsin bir arada bulunmasını, ma´rûfu/iyiliği emredip münkerden/kötülükten alıkoymasını emretmektedir. Diğer taraftan, Kur´ân-ı Kerim, hem mü´min erkeklere hem de mü´min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini îmâ etmek için, başlarını eğmelerini, gözlerine sahip olmalarını emretmektedir.  Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir. Peçe, Müslüman hanımın yüzünden önce, Müslüman erkeğin gözüne yakışmaktadır. Yüzünde haramların izi olmayan kızlarımız, gözünde haramların isi olmayan erkeklerimiz, takvâ elbisesiyle süslenmiş gençlerimiz, hayâsız çağın kurtarıcı mimarları olmaya adaydırlar. 

İslâm´ın tesettür  ve gözleri sakınma  emrinin hikmeti, kadının toplum hayatında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki ilişkileri içindir. Bir başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle beraber olmayacaksa, ona tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de gözlerini sakınmaları emri gereksiz olacaktır. Haremlik-selâmlık hayatı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve görüşmeleri olmayan kadın-erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün bunlarla birlikte, müslüman bir âile, evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir, ev sahibi erkek, bunun kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Ama bunu İslâm´n emri olarak görüp göstermek istemesi önemli bir yanlış ve dine bir iftiradır, bir bid´attir; hiçbir müslümanın bu hakkı yoktur.  

Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri olan nice müslüman âile, kadın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte, ya da eş veya kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli tesettürü ve mahrem erkeklerle görüşmede "dişiliğiyle değil; kişiliğiyle" yer almayı beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve takvâ sınırlarına sahip olmada ciddî problemlerin olduğu ve karşı cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü oluşturulamadığı yer ve durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha ihtiyatlı ve takvâya yakın kabul edilebilir. Ama bu konu, tâviz meselesi gibi ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç olduğunda veya uzak da olsa akrabaların kadın-erkek birbirlerini hiç tanımayacakları, ya da ev sahibi bayanların "hoş geldin!" demelerinin bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet ve tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların birbirlerine darılmaları, ya da müslümanların yakınlarındaki yaşlı erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla baktıkları imajı vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır. 
 

76

Yorum Yap

  • Henüz Yorum Yok !