Ahmed Kalkan: Bismillâh, Elhamdu lillâh, ve´s-salâtu ve´s-selâmu alâ Rasûlillâh. Esselâmu aleykum ve rahmetullah. Aslında bu sorun, İslâm için ve İslâm´ı hayatına tatbik edenler için söz konusu değildir. İslâm, fıtrat dinidir. İslâm; her türlü haksızlığın, haksız ayrımın kesin şekilde yasaklandığı tek hak dinin adıdır. Zengin-fakir, güçlü-güçsüz, Doğulu-Batılı, yaşlı-genç gibi yapay ayrımları kabul etmeyen, daha doğrusu bütün bu sınıfları ümmet adı verilen evrensel ailenin renk kombinasyonu kabul ederek "Müslüman" adıyla sınıfsız bir toplum ortaya çıkaran dinin adıdır İslâm. O yüzden insanlık siyahıyla, kızıl derilisiyle beyaz tenlisiyle eşittir. Böyle bir dinde kadın ve erkeğin cinsiyetlerinden dolayı bir üstünlük ve aşağılıkları sözkonusu edilemez. Üstünlük ancak takvâda, ilimde ve cihad bilincindedir. 

İnsan denen varlığın yarısı, bir cinsi, bir elmanın diğer yarısı gibi olan ve erkeğin eksikliklerinin kendisiyle tamamlandığı kişi olan kadın, özellikle erkekler açısından istismar ve zulüm yönüyle büyük imtihan alanıdır. Kadın denilince, tarih boyunca ve güncel hayatta çoğunlukla mazlum bir tip karşımıza çıkmaktadır. Tarihî süreçte çoğunlukla ezilmiş, hor görülmüş, emeği ve cinsiyeti sömürülmüş, bir hizmetçi ve hatta bir köle statüsünde kabul edilmiştir analarımız, bacılarımız, eşlerimiz; Peygamber ifadesiyle erkeklerin kız kardeşleri. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Kendisine öncelik ve değer veriliyor gösterilerek kadın, erkeklerin yine kölesi kabul edilmekte, cinsel obje ve reklâm aracı olarak değer(siz)lendirilmektedir. Bazı müslümanlar da din adına ayrım ve adâletsizlik yapmakta, geleneksel yaklaşımın Kur´an ve Sünnete ters anlayış ve uygulamalarını örf ve âdet olarak sürdürmekte, bilinçsiz de olsa bu şekilde kadına zulmetmektedir. Aslında, gerçek İslâm toplumunda kadın sorunu diye bir problemden bahsedilmez. Ancak, ortak insanî problemler sözkonusu olabilir. Asr-ı Saâdet, bunun en güzel örneğidir. 

Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem haktan bazı unsurları, hem de bazı eksiklik ve hurâfeleri içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Ayrıca, Müslümanlığı kabul ederken Türk atalarımızın eski din ve kültürlerinden birçok şeyi Müslümanlık maskesi takarak geleceğe miras bıraktığı bir vâkıadır. Mistik anlayışın da harmanlandığı geleneksel ve ulusal bir Türk dini, halk dinidir piyasada "din" adıyla sunulan. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur´an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.       

Peki, neden kadın konusu hep tartışılan, gündem olan bir konudur? İslâm yaşanmadığından. İslâm´ın yaşanmaması da, daha çok, İslâm´ın doğru şekilde bilinmemesinden kaynaklanmakta. "Atalar yolu"nu, aklını kullanmayan müşriklerin bâtıl dini ilan eden Hak Din, kör taklitçilik haline dönüştürülmüştür. Gelenekten devralınan örf ve âdet, Kur´an ve Sünnete ters düşse de İslâm kabul edilmektedir. Yalnız unutmayalım: İstismar ve zulümde iki taraf vardır. İstismar eden zâlim ve istismara uğrayan mazlum. Ezen ve ezilen; müstekbir ve müstaz´af. Mazlum, mazlumluğunu doğal kabul edip zâlime yardımcı olduğu müddetçe zulmün kendi kendine kalkmasını bekleyemez. Direniş olmadan nerede görülmüş zâlimin mazluma hakkını geri verdiği? Elbette erkek-kadın tüm Müslümanların da bu zulme karşı sessiz kalıp dilsiz şeytan olması, kendisine ateşin dokunacağı bir tavır(sızlık)dır.  

Olayın bir de ilginç arka planı olduğunu düşünüyorum. Sayılamayacak nimetlerine karşı Rabbine bile nankörlük yapmaktan çekinmeyen insan,  gerçekten çok nankördür.  Eşler açısından olayı değerlendirdiğimizde, kendisine kim ne kadar hizmet ediyorsa ona karşı o kadar fazla nankörlük yapmak insanın karakterinde var. Bu huy, vahiyle terbiye edilmezse insanoğlunun çevresini fesâda uğratması kaçınılmaz olur. Bu fesattan da kendini savunmakta acziyet gösteren ve fiziksel olarak güçsüz olan kimseler daha çok etkilenir. Fesâdın panzehiri ilimdir, yani Allah´ın öğrettiği, yani vahiy.  Fesad, temel olarak kâfirlerin; fesâdın zıddı olan salâh, yani sâlih amel de kurtuluşa erecek mü´minlerin vasfıdır. Evimizden sokağımıza, yaşadığımız ülkeden yeryüzüne kadar yayılmış olan zulüm ve fesâdın, fitne ve kargaşanın yok edilmesi için İslâm´ın doğru şekilde öğrenilip yaşanmasından başka bir çare yoktur. 

Adâlet ve zulmü doğru tanımlamak gerekiyor önce, zulme tavır almak için. Adâlet, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermek; zulüm ise, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermemektir. Ayrıca, eşyanın, özellikle insanın konumunu doğru tesbit etmek, onu yaratılış amacına uygun değerlendirmektir adâlet. Eşitlik ise bazen (hatta çoğu zaman) adâlet değildir; eşitlik adıyla zulüm çağın mantı(ksızlı)ğıdır.  

Yorum Yap

  • Henüz Yorum Yok !