Ahmed Kalkan: Kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest/özgür hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da çok kimliklilik problemidir. Bu davranışlarıyla hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan "çeyrek tesettürlü" bayanlar yok değildir (hatta az değildir; daha önce azdılar, ama giderek azdılar). Bununla birlikte, bu kimliksizliği toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir. Hanımların, özellikle genç kızlarımızın toplumda dişilikleriyle değil, kişilikleriyle yer almaları gerekmektedir. Bazen bu hassâsiyet, hevânın dayanılmaz çekiciliğine kurban edilebilmektedir. Bu konuda cemaat çalışması yapan ve toplumda ağırlığı olan hanım hocalara büyük iş düşmektedir. Kendi çalışma gruplarında bu tür kimliksizlik veya çok kimlikli tavırlara müsaade etmemeleri, daha doğrusu kızlarımıza İslâmî kimlik kazandırarak kimlik problemini kökten çözmeleri gerekmektedir. Bunun yolu da, sahih bir din anlayışı, sağlam bir akîde, Allah korkusu ve O´nun rızâsını her şeyin önünde tutan bilinçten geçmektedir. Kızlarımıza bilgi vermekten de önce bu tür İslâmî kişilik kazandırmaya önem verilmeli ve bu kimlik her şeye önceliklenmelidir.

Toplumsallaşma, insanın içinde yaşadığı topluma bir şeyler katabilmesi, sahip olduğu değerlerden bazı şeyler sunabilmesi; ya da kendisini geliştirmek için topluma açılabilmesi yönünde sürekli gelişen bir harekettir. "Mü´min erkeklerle mü´min hanımlar birbirlerinin velîleridir (yardımcıları ve dostlarıdır). Birbirlerine iyiliği emreder, birbirlerini kötülükten alıkoyarlar..."  Bu âyette açıkça bildirilen bu hizmet görevi, kadınların da belli ölçüler içinde toplumsallaşmasını şart kılmaktadır. Bununla birlikte toplumsallaşma konusunda da kimlik problemi ve aşırılıklar söz konusudur. Toplumsal bir kimlik; evini, eşini ve çocuklarını ihmal pahasına zamanının çoğunu toplumsal faâliyetlerin içinde geçiren bir kişilik anlamına alınırsa bu doğru bir kimlik olamaz. Evindeki kimliksiz ve kişiliksiz bir yapının, hastalıklı bir şahsiyet özelliğinin intikamı şeklinde toplum hayatına olanca ağırlığıyla ve tüm zamanlarını kuşatacak şekilde katılmak çözüm değildir, sağlıklı bir tavır değildir. 

Kadının cinsiyet olarak erkeği geçmesi, "anne" olmasıyla mümkündür. Mâlum, babanın hakkı bir iken, annenin üçtür. Cennet, babaların değil, annelerin ayakları altına serilmiştir. Ama, unutmamak gerekir ki, annelik sadece çocuk doğurmaktan ibâret sayılamaz. Esas önemli olan eğitimcilik yapmak, topluma Müslüman evlatlar kazandırmaktır. Her dâvâ adamının arkasında onu destekleyen bir hanım belki yoktur, ama ailesinin desteğini ve yardımını arkasında hisseden bir erkeğin dâvâsına katkısı diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar büyük olur/olabilir. Bu yargı, dâvâ insanı hanımlar için de aynen geçerlidir. Bütün bunlar, önce dâvâyı ailede hâkim kılmayı, şeriatı önce evimizde uygulamayı, önce evimizde kimlikli, uyumlu bir yaşayışı sağlamayı gerekli kılmaktadır. Evine kapanıp toplumdan koparak dâvâ bilincine ve dâvetçi kimliğine sahip olmak mümkün olmadığı gibi; faâliyet, hizmet, dâvâ diyerek, hanımların bütünüyle evlerinden kopmaları da onları kimliksizleştirecek, ya da erkek kimliğine büründürecek, fıtratlarına yabancılaştıracaktır.
           
Asr-ı saâdet insanı her şeyden önce muvahhid (tevhid insanı, Allah askeri) idi. Onlar, imanla ahlâk arasında kopmaz bir bağ olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre ahlâk ve amelden bağımsız tevhid olamazdı. Günümüzdeki gibi tevhid, sadece siyasî bilinç (hatta bilinç bile değil; söylem)den ibaret değildi onlar için. Onlar biliyorlardı ki, Kur´an´ın hiçbir âyetinde sadece iman edenlerin cennete girecekleri vaad edilmiyordu. Onlar biliyorlardı ki, inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanır. Onlar biliyorlardı ki "insanlardan bir kısmı `iman ettik´ derler, hâlbuki onlar iman etmiş değillerdir."  Haklarında böyle denilen münâfıkların özellikleri, hadislerde hep ahlâkî problemler olarak sayılır.

İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. İtikad ve ibâdet şirki kısmen bilindiği halde, ittibâ şirki nedense hemen hiç gündeme getirilmez. Aslında, bırakın câhilî eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden, şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar "Müslümanım"  diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur´an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur´anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. 

Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa), diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü´minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah´ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır. 

Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. "Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir."  Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber´in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur´ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır. 

Tevhid, İslâm´ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur´an´ın en fazla önem verdiği konudur. "Lâ ilâhe illâllah" hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü´minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için "Ey iman edenler, iman edin!"  diye uyarılır. Kur´an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O´na ibâdet edilmeli, başkası O´na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah´ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.  "Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!"  Bunun için insan daima "Lâ ilâhe illâllah"a muhtaçtır. 

Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, "yalnız Allah'a kulluk edin, O´ndan başka ilâhınız yoktur" diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Halkın çoğu, eski kavimlerin peygamberlerini yalanlamaları gibi son peygamberi de yalanlıyordu. Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, ashâb denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü´minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü´minin Allah'a itaat etmemesi, O´nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?! Yani, özetle; iman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. 

 Demek ki, mutluluk çağının insanı, tevhidi içselleştirdiği ve imanı bütün hayatına hâkim kıldığı için Müslüman kimliğe net bir şekilde sahip olmuştu. Gümüzde yaşanan bulanıklığın temel sebebi ise, Müslüman kimliğinin insanı inşâ edecek tarzda belirginleşememesidir. Yani, kurtaracak imana sahip olamayış ve iman ettiği gibi yaşamayıştır kimlik sorunu dediğimiz anaç problem.
 

Yorum Yap

  • Henüz Yorum Yok !