“Muaviye b. Câhime’nin anlattığına göre, İbn Câhime (ra) bir gün Hz. Peygamber’e (sas) geldi ve: “Ey Allah’ın Resulü, ben gazveye (cihad) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim” dedi. Resûlullah (sas): “Annen var mı? (hayatta mı?)” diye sordu. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma, zira cennet onun ayağının altındadır” buyurdu.” (Nesâî, Cihâd, 25)

Hamd yerlerin ve göklerin yaratıcısı, bu ikisi arasındakilerin sahibi olan Allah’a, salat ve selam O’nun kulu ve elçisi olan Hz.Muhammed’in (s.a.s) üzerine olsun…

Öncelikle belirtmek isterim ki yukarıdaki hadisin asıl mesajı, anne-baba rızası; çocuğun cennete girmesine vesile olacağıdır. Kaldı ki anne-baba rızasının cennete vesile olacağı sadece hadislerde değil; Kur’an’ın birçok ayetinde de beyan edilmiştir.(bkz. İsra, 24; Lokman, 14; Ahkaf, 15…) Lakin ben, cennet ayağının altına serilmiş ANNE’nin vasıflarından bahsedeceğim inşaALLAH…

Biyolojik anlamda, çocuk doğurmuş kadına anne denir. Ne kadar da basit bir tanım değil mi?.. Sahi her doğurmuş kadın ANNE olabilir mi sizce? Her doğurmuş kadın cenneti kazanabilir mi? Bu kadar basit mi ‘cennetin ayaklarının altında olması’ sadece bir çocuğun dünyaya gelmesine vesile olmakla? Evet, yanlış okumadınız: Çocuğun dünyaya gelmesine bir vesile olmak… Yerin, göğün sahibi olduğu gibi senin, benim, çocuklarımızın da sahibi, Malik’i: Allah azze ve celle. Biz kadınlar; sadece birer vesileyiz bu anlamda.

O halde sahibimiz olan Allah, nasıl bir kulluk -Annelik demiyorum çünkü doğurmayan her kadın da annedir; annelik yürek işidir, biyolojik bir iş değil.- istiyor bizlerden de karşılığında cennet vadediyor bunu iyi kavramak gerekiyor. Bunun için, hayat rehberimiz olan Kur’an’a ve onun canlı örneği olan Rasulullah’ın (s.a.s) hayatını incelemek gerek.

İlk olarak, Kur’an’da kendisinden bahsedilen bir hanım, bir anne: Hz.Hanne… Doğmamış çocuğunu cinsiyetini bilmeden Allah yoluna adayan bir kadın. Adayış deyince akla ilk gelen isim. “Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti.” (Al-I İmran, 35) Hz.Hanne doğmamış çocuğuna kaftan biçmişti hem de o kadar güzel bir kaftan ki Ma’bed’e hizmetkar olsun istemişti. Şimdi ise bizler; doğmamış çocuklarımıza kaftan biçiyoruz: doktor olsun, mühendis olsun vb. Demiyoruz ki: Ya Rabbi! Sana kul olsun, ümmete mümin/mümine olsun…

Karşımıza çıkan diğer bir şahsiyet ise, Hz.Musa’nın annesi…Ve Musa (A.S)’ın annesine şöyle vahyettik: "Onu emzirmesini ve onun için korktuğu zaman onu nehre atmasını (bırakmasını). Ve sen korkma, mahzun olma (üzülme). Muhakkak ki Biz, onu sana döndüreceğiz. Ve onu mürselinlerden (resûllerden) kılacağız.” (Kasas, 7) Bunun üzerine Hz.Musa’nın annesi, Hz.Musa’yı nehre bırakıvermişti. SubhanAllah… Nasıl bir tevekkül… Bunu günümüzce yorumlayacak olursak; bizler çocuklarımızı aman aç kalır, ele güne muhtaç olmasın, kendi ayakları üstünde dursun gibi düşüncelerle doğumundan bir 20 sene sonrası için evler, arabalar bırakalım diye çabalayıp duruyoruz. Nerede kaldı tevekkül? 20 sene sonrasına varacağımız meçhul iken niye bu kadar bu telaş? Ne kadar acı…

Diğer bir anne örneği: Hz.Hacer... Diğer bir adı ‘Teslimiyet’. Evladıyla ıssız bir çölde kalmaya göğüs gerebilen bir kadın… Çabalarının/saylarının sonucunda zemzeme ulaşan bir şahsiyet. “Bunu yapmanı sana Allah mı emretti?” diye sordu, yine cevap alamayınca, mesajı anladı ve dedi ki: “O halde git Ey İbrahim! Bizi düşünme. Bizi buraya getirmeni söyleyen Allah ise, o asla bizi mahzun bırakmayacak, zayi etmeyecektir.”  (Taberi, Tarih, c. 1, s. 130; Beyhakî, Delâil, c. 1, s. 322, 323) Soruyorum sizlere kardeşler: Şu veya bu Allah’ın emridir baş göz üstüne diyebilecek teslimiyet var mı bizlerde hem de evladımızla bir başımıza..?

Diğer bir örnek ise: Ümmü Süleym… On çocuğun onunu da Kur’an hafızı yaptı. Oğlu Enes bin Malik’i Rasulullah’ın hizmetine verdi. Nasıl bir annelik subhanAllah… Evladını elçinin hizmetine adamış. Ya bizler… Ya bizler ‘biricik’ evlatlarımızı- büyük bir nimettirler ve şükrünü ancak onları verene adayarak eda edebiliriz- böyle bir hizmete adayabilir miyiz var mı bizlerde o yürek? Hani onları göremezsek edemeyiz ya; gönderebilir miyiz onları yatılılara, uzak diyarlara(!) ?

Son olarak da Hz.Sümeyra’dan bahsetmek istiyorum. Musibetlerin sarsamadığı bir dava kahramanı… Kendisi Uhud Savaşı’nda oğullarını, eşini ve babasını şehid vermişti; fakat ne ağıtlar yaktı, ne üstü başını yırttı. Ağzından dökülenler ise: “Bundan sonra bütün musibetler bana pire ısırması gibi hafif gelir Ya Resulallah! 
Gök şak şak olup yarılsa ve başıma dökülse, yer parçalanıp beni yutsa, 
Evladım ve babam ölse gam yemem, değil mi ki Sen hayattasın!
” (Buhari, I/458; İbn Hişam, Siyre, c.3, s.105.) AllahuEkber… Bu nasıl bir sevgidir? Davanın liderine nasıl bir sevdadır? Çünkü biliyordu Rasulullah’a bir şey olsa davaya da bir şey olurdu. Kendi canlarından çok dava liderinin canı önemliydi.

Şimdi soralım kendimize kardeşler: Bizim evlatlarımız, eşimiz veya babamız mı önemli yoksa davamız mı? Onlara bir şey olsa bu kadar metanet gösterebilir miyiz? Bu dava aşkı damarlarımızda dolaşıyor mu peki? Yeter ki davam yürüsün biz topal da oluruz diyebiliyor muyuz?

Gördüğümüz gibi İslam’da ‘Anne’ olmanın örnekleri bir hayli fazla; daha da sayabiliriz. Onlar tarihe adlarını yazdırdılar. Şimdi ise sıra bizlerde inşaAllah. Duam odur ki: Rabbimiz! Anneliği sadece doğurmak olarak görenlere, çocuklarını vahiyle doyurmayı da annelik bilmelerini nasip eyle. Tarihe adlarını yazdırmış olan bu örnek şahsiyetlerden ders çıkarabilmeyi, sahibi olduğun evlatlarımızı yoluna adayanlardan olabilmeyi biz aciz kullarına nasip eyle! Amin amin amin…

Allah’ın rahmeti ve bereketi bu yola baş koyan, davanın derdini taşıyan bütün kullarına olsun…

 

 

Yorum Yap

  • Henüz Yorum Yok !